WORST CASE, BEST CASE FOR TURKEY’S FOREIGN AND SECURITY POLICY CONUNDRUM (1)
Deniz Kutluk, Ph.D, Rear Admiral (R)
Prior to the catastrophic earthquake that struck South Eastern Anatolia on the morning of February 6th, an article had been requested on the subject. The subsequent two earthquakes, which registered as a Richter scale 7.7 and 7.6, resulted in the loss of over 20 thousand lives and affected not just the physical wellbeing of millions, but also their emotions, behaviors, and reactions. Despite this tragedy, life must continue, and perhaps seeking distraction can help to alleviate some of the intense feelings. In light of this, I present to you some of perspectives on the subject.
Throughout its history, the Republic of Turkey has maintained its position as a steadfast and benevolent neighbor at the crossroads of Europe and Asia. As a long time, defense and security planner, I have personally witnessed its steady growth and expansion in the first century of its republic. In the meantime, with the advance of new technologies in communication and defense, Turkey’s geopolitical significance has only increased, particularly in the eyes of its neighbors who concerned some and the global powers that shape world politics tried to pay wobbled attention.
In response to changing technology and security circumstances between East and West, Turkey has taken steps to assert its independence in foreign and security policies and has invested in building its own indigenous defense capabilities since 1982. These efforts have paid off, and today, Turkey is in the process of transforming into a major regional power with strategic interests along its southern borders and in the Eastern Mediterranean, the Aegean, and the Black Sea. This transformation is reflected in the Blue Homeland concept, which dates back to the first confrontation over disputed exploration rights in the Aegean high seas in 1973.
The Aegean Sea is rife with contentious areas, with disputes stemming from differing approaches to the governance of international law in the sphere of interest between coastal states. Issues are so complicated and intermingled that peaceful solution based on the UN principles seems to be unviable and that may well be politically unacceptable as well. That Issues such as the width of territorial waters, delimitations of the continental shelf, Exclusive Economic Zone (EEZ) rights, overflight rights over islands, and the delimitation of lateral borders have a profound impact on the region and have resulted in Türkiye considering the unilateral increase of territorial widths over 6 nautical miles in the Aegean as a matter of vital interest and a potential cause for war, which was well reflected in the Turkish Grand Assembly’s 1995 proclamation that any faith a comply resulting increase in territorial width in this sea would form Casus Belli.
1 – Apart from being highly difficult for judges of International Courts (ICJ) or Arbitration Tribunals to address the Aegean Issues in in their entirety, Greece has also embedded a comprehensive reservation when she recognized jurisdiction of ICJ in 1994 practically precluding any Aegean issue to take before the court.
Türkiye has consistently objected to the enlargement of universal territorial rights, as outlined in the Lausanne Peace Treaty of 1923. Any deviation from the Lausanne Peace Treaty established order could result in serious consequences and violate Turkey’s rights and more importantly ‘vital’ interests. That is simply because of the fact that territorial width increase, with its overarching effect, could impact on the balance of all other contentious issues of the Aegean. With leaders of coastal states frequently addressing these issues in public for political gains, the risk of war looms large. Engaging into war to solve some of the Aegean disputes would have catastrophic consequences for sure, would also cause a lose-lose situation and the Alliance would be hit, if not collapses, as a result of clashing two of NATO’s member state.
However, there is a potential solution that can freeze these disputes and provide a path towards peace. A Joint Exploration/Exploitation of resources in the Aegean by third parties for 50 years can extract and share resources equally, potentially resolving the core issue of ownership of potential resources. Additionally, if the importance of hydrocarbons decreases in the next half century, as fusion and renewable energy become more prominent, this core dispute may be resolved without conflict.
During this period of 50 years, there could also be renewed efforts towards rapprochement between political sides, and negativities could be erased from the public mindset. As we grapple with the aftermath of a devastating earthquake in Türkiye, we should consider this proposed peaceful solution for the disputes in the Aegean more thoroughly. After all, as Martin Luther King Jr. once said, “We must learn to live together as brothers, or we will all perish together as fools.”
The Eastern Mediterranean and the Black Sea are both crucial regions in terms of security and stability, with their geopolitical significance heightened by the recent discovery of rich hydrocarbon deposits. This has led to a surge of interest from various actors, resulting in tense and entrenched positions, as well as a tendency towards assertive language in dialogue, or a lack thereof.
While the Aegean also finds itself in a similar state of unpredictability, it is the Black Sea that is of particular concern for Turkey and its allies and is becoming a central arena for strategic competition. These themes will be further explored in a subsequent edition of this analysis in Diplomatique Life Quarterly.
2 – The balance of interests and power over the Aegean have been made by Lausanne Peace Treaty of 1923, during a time that universal recognition of territorial width was 3 nm, and those islands within 3nm belt ceded to Türkiye accordingly. Logic states that if the width were beyond 3nm then ceded islands to Turkey would have been also much more by number. Any deviation from Lausanne Treaty’s set up could lead not only to opening the Pandora’s Box around ownership of sovereignty of many islands closer to Turkish coastal but also violates sovereign rights and interest emanating from coastlines. Türkiye is not a party to UNCLOS and has persistently objected setting an enlarged universal breadth of territorial rights since the outset, thus entitled being a ‘Persistent Objector’ on this breadth of territorial waters on unique areas issue.
TÜRKİYE’NİN DIŞ İLİŞKİLER VE GÜVENLİK POLİTİKALARINDAKİ AÇMAZLAR: EN İYİ VE EN KÖTÜ DURUM (1)
Deniz Kutluk, Ph.D, Tümamiral (E)
6 Şubat sabahı Güneydoğu Anadolu’yu vuran yıkıcı depremden evvel bu konuyla ilgili bir yazı istenmişti. Richter ölçeğine göre büyüklüğü 7,7 ve 7,6 olarak kaydedilen ve peşpeşe gerçekleşen iki deprem, 40 binden fazla can kaybıyla sonuçlandı ve milyonlarca insanın sadece fiziksel sağlığını değil, duygularını, davranışlarını ve tepkilerini de etkiledi. Yaşanan trajediye rağmen hayat devam ediyor ve belki dikkati başka yöne odaklamak yoğun duyguların bir kısmını hafifletmeye yardımcı olabilir. Bu bağlamda, size konuyla ilgili farklı bakış açıları sunmak istiyorum.
Avrupa ve Asya’nın kavşak noktasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca istikrarlı ve yardımsever bir komşu olma konumunu korumuştur. Uzun zaman sürdürdüğüm savunma ve güvenlik plancısı görevim esnasında, cumhuriyetin ilk yüzyılında gerçekleşen istikrarlı büyüme ve genişlemeye bizzat tanık oldum. Bu sırada iletişim ve savunma alanında vuku bulan yeni teknolojik gelişmeler Türkiye’nin jeopolitik önemini bilhassa komşuları nezdinde arttırdı. Bahse konu durum, bazılarını endişelendirirken dünya siyasetini şekillendiren küresel güçlerin de yalpalayarak dikkat çekmesine yol açtı.
Teknolojik gelişmeler ve Doğu-Batı arasında değişen güvenlik koşullarına cevaben Türkiye, 1982 yılından itibaren yerli savunma yeteneklerini geliştirmeye yatırım yaparak, dışişleri ve güvenlik politikalarında bağımsızlığını ilan etmek için adımlar attı. Meyvesini veren bu çabalar bugün Türkiye’yi güney sınırları, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de stratejik çıkarları olan büyük bir bölgesel güce dönüşme sürecine soktu. Bu dönüşüm, öncesi 1973 yılında Ege açık denizinde yaşanan ihtilaflı (hidrokarbon) arama hakları konusundaki uzlaşmazlıklara kadar uzanan Mavi Vatan söyleminde de yansıtılmaktadır.
Ege Denizi, kıyı devletleri arasında uluslararası hukukun işletimine yönelik farklı yaklaşımlardan kaynaklanan birçok ihtilaflı alana sahiptir. Son derece karmaşık ve içiçe geçmiş sorunlara BM ilkelerine dayalı barışçıl bir çözümün bulunması güç göründüğü gibi bunlar politik olarak da kabul edilemez olabilir. Karasuları genişlikleri, kıta sahanlığı sınırlaması, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) hakları, adalar üzerinden uçuş hakları ve deniz yan sınırının belirlenmesi gibi konular bölgenin istikrarını derinden etkilemektedir. Bu konulardan Ege’de tek taraflı olarak karasularının 6 deniz milinin üzerine çıkarılması Türkiye tarafından hayati bir çıkar kaybı olarak algılanmış ve potansiyel bir savaş nedeni görülmesine sebep olmuştur. Bu husus, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1995’te Ege denizinde karasularının artmasıyla sonuçlanacak herhangi bir emrivaki yaklaşımın “Savaş Nedeni-Casus Belli” oluşturacağına ilişkin bildirisinde de açıktır.
1 – Uluslararası Mahkemeler (UAD) veya Tahkim Mahkemeleri yargıçlarının Ege sorununu bir bütün olarak ele almasının son derece zor olmasının haricinde Yunanistan 1994 yılında UAD’nin yargı yetkisini tanıdığında, pratikte iç içe geçmiş herhangi bir Ege sorununun mahkemeye götürülmesini fiilen engelleyen kapsamlı bir çekince koydu.
Türkiye 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nda da öngörüldüğü şeklinin ötesinde evrensel karasuları haklarının genişletilmesine başından bu yana ısrarla karşı çıkmıştır. Bu bağlamda Ege’de Lozan Antlaşması ile kurulmuş yerleşik düzenden herhangi bir sapma ciddi sonuçlara yol açabilir ve Türkiye’nin haklarını ve daha da önemlisi “hayati” çıkarlarını ihlal edebilir. Bunun nedeni, karasuları genişletilmesinin yansıttığı kapsayıcı etkinin Ege’nin diğer ihtilaflı meselelerinin dengesini etkileyebilme gücüdür. Seçmenleri üzerinden siyasi kazanımlar elde etmek uğruna kıyı devletlerinin liderlerinin bu konuları kamuoyu önünde tartışmaları da ne yazık ki savaş riskini arttırmaktadır. Ege ihtilaflarını çözmek için savaşa girmek şüphesiz yıkıcı sonuçlara ve kaybet-kaybet durumuna yol açacak ve iki NATO üyesi devletin çatışması İttifakı belki çökertmese de sıkı darbe almasına neden olacaktır.
Ancak, sözkonusu ihtilafları dondurup barışa yol açabilecek potansiyel bir çözüm mevcuttur: Ege’deki kaynakların 50 yıl boyunca, üçüncü şahıslar tarafından Ortak Keşif/İşletimi yapılabilir, kaynaklar çıkarılıp eşit olarak paylaştırılabilir ve böylece, potansiyel kaynakların mülkiyet sorunu çözümlenebilir. Ayrıca, önümüzdeki yarım yüzyılda füzyon ve yenilenebilir enerji ön plana çıkarsa, hidrokarbonların önemi zaten azalır, böylece bu temel ihtilaf konusu çatışma olmadan çözüme ulaştırılır.
Önümüzdeki bu dondurulmuş 50 yıllık süreçte taraflar arasında politik yakınlaşma çabaları da olumlu sonuçlar verebilir, kamuoylarındaki karşılıklı olumsuz algılar silinebilir. Türkiye yaşadığı büyük depremlerin yıkıcı sonuçlarıyla uğraşırken, Ege’deki ihtilaflara yönelik bu barışçıl çözüm önerisini kanaatimce daha etraflıca ele almalıyız. Neticede, Martin Luther King Jr.’ın dediği gibi “Birlikte kardeşçe yaşamayı öğrenmezsek hepimiz aptallar gibi yok olup gideriz.”
Son yıllarda keşfedilen zengin hidrokarbon yataklarıyla beraber Doğu Akdeniz ve Karadeniz’in artmış jeopolitik önemi ile birlikte bu bölgeler güvenlik ve istikrar açısından daha da önem kazanmışlardır. Bu durum, çeşitli aktörlerin de bölgeye karşı ilgisini arttırarak ortamın gerginleşmesine ve tarafların katılaşmış pozisyonlara veya diyaloglarında sert söylemlere yönelmesine yol açmıştır.
Ege’deki ihtilaflar belirsizlik ve istikrarsızlık yaratma yolunda devam ederken, Türkiye ve müttefikleri için benzer bir öngörülemezlik ve endişe stratejik rekabet anlamında merkez haline gelen Karadeniz’dedir. Bu konular, Diplomatique Life Quarterly’nin takip eden sayısında daha ayrıntılı olarak incelenecektir.
2 – Ege’deki çıkar ve güç dengesi, kara sularının evrensel olarak 3 deniz mili olarak kabul edildiği bir dönemde, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile yapılmış ve 3 deniz mili kuşağındaki adalar Türkiye’ye bırakılmıştır. Mantıken, genişlik 3 nm’nin üzerinde olsaydı, Türkiye’ye bırakılan adaların da sayıca çok daha fazla olacağını aşikardır. Lozan Antlaşması’nın yapısında oluşturulacak herhangi bir sapma, yalnızca Türkiye kıyılarına yakın birçok adanın egemenliği hususunda Pandora’nın Kutusu’nun açılmasına yol açmaz, aynı zamanda, kıyı şeritlerinden kaynaklanan egemenlik haklarını ve çıkarlarını da ihlal eder. Türkiye, UNCLOS’a taraf değildir ve en başından beri evrensel karasuları kapsamının genişletilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Dolayısıyla, emsalsiz alanlarla bağlantılı geniş karasuları konusunda ‘Israrlı Muhalif’ olarak nitelendirilmiştir.
Deniz Kutluk, Ph.D, Tümamiral (E)